24 Ekim 2016 Pazartesi






Bir de sonradan çıkma patriyotlar, 
3-5 sene oldu gideli…






AĞAÇLARA TAŞLAR.
Kardeşim uzaktan gazel okumayın 
Türkiye'den gittiniz Türk düşmanı oldunuz. İnsan biraz utanır. 
Sizi kolları açık güvenli limana kabul ettiler. 500 yıldır....
Buranın suyunu içtiniz, ekmeğini yediniz, Türkçe konuşuyorsunuz Atalarınızın kemikleri mezarları burada nasıl aleyhte konuşabilirsiniz?
Avrupa'da Fransa'da İngiltere'de antisemitlik yok mu?
İnönü savaşa girseydi bugün biz burada olmazdık.
NEREYE çağırıyorsunuz? Sanki İsviçre'ye. Yahu her gün sizin oralarda birileri bıçaklanmıyor mu?
Bir de sonradan görme patriyotlar..3-5 sene oldu gideli ..hemen Türk düşmanı oluverdiler
Bize bir şey olsa sevineceksiniz haklı çıktınız diye.
Bence sizler bizi kıskanıyorsunuz.
BİZ SİZİN KADAR BİLİYORUZ.BİZİM AKLIMIZ BİZE YETER KARIŞMAYIN KARDEŞİM SİZİN BAŞKA İŞİNİZ YOK MU?????
Biraz saygı biraz seviye lütfen.






Bu yazımı AĞAÇLARA TAŞLAR başlığı altında Facebook’ta çıkan, İsrael’de yeni sayılabilecek ole hadaşların, İsrael sevgisiyle alay eden, Türkiyeli bir kaç Yahudi kardeşimin aşağılayıcı eleştirilerine bir cevap niteliğinde yazıyorum. Onlara kızgın değilim. Onlar benim kardeşlerim. Ancak bu kardeşlerimin hayatlarında tanımadıkları bu duygu yüzünden taze ole hadaşları bir nevi “şıpsevdilikle” suçlamaları da hiç hoş değil. Ben duygularımı bir anlatayım, belki o zaman bu “taze ole hadaşların” neler hissettiklerini anlarlalar…
Aşağıdaki satırlarda eski yazılarımdan bir bölüm de bulacaksınız. Niyetim kendimi tekrar etmek değildir. Hislerimi, yaşadıklarımı anlatabilmektir.
BİR ALİYA HİKÂYESİ… KARIMLA BENİM HİKÂYEM…
Ben ve sevgili eşim Ceni 2 saattir havadaydık. Konuşmuyorduk. Endişeli bir bekleyişteydik ve kasılmıştık. İçimden devamlı bir tekerleme geçiyordu. “Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete” Uçak biraz sonra Tel Aviv’in hava alanı Ben Gurion’a inecekti. Yeni bir yaşama başlayacaktık. Bir kelime İbranice bilmiyorduk. Bir meslek diplomamız da yoktu. Paramıza güvenecek kadar zengin de değildik. Üstelik 62 yaşındaydım.
Uçak alçalmaya başladı. Başlıyoruz dedim kendi kendime, tamam. Anlat bakalım şimdi aşağıda derdini. Nasıl anlatacaksan? “Ben Türkiye’den geldim de, ole hadaşım da…” Allah’ım, sana sığınıyorum. Bana yardım et… Tekerlekler yere kondu. Uçak aprona yanaştı. Sonra durdu. Kapılar açıldı. Küçük el çantamızı aldık. Kapıya yöneldik. Tam körükten çıkarken… İşte o anı hayatım boyunca unutmayacağım. Bir bayan görevli elinde ismimin yazılı olduğu bir tabela ile beni karşıladı.
-Ceni Erol Berkun?
İngilizce cevap verdim.
-Yes?
-Please fallow me…
Bizi bekliyorlardı. Sanki eve gelmiştik. Karımla el ele, birbirimize sığınarak kadını takip ettik. Pasaporttan geçtik. “Kadın valizlerinizi alın ve şuradaki bankoda bekleyin lütfen” dedi. Dediğini yaptık. Valizlerimizi aldık ve beklemeye başladık. Çok geçmeden geldi.
-Alın size geçici kimlik kartlarınız ve 5000 şekel. Toplam 36 bin şekel yardım parası alacaksınız. Gerisi bankanıza 6 taksit halinde gelecek. Kalacak yeriniz var mı?
-Var.
Küçük kızım kısa bir zaman evvel aliyah yapmıştı. Netanya’da oturuyordu. Onun yanına gidecektik.
-Tamam, gelin sizi taksiye bindireyim.
Hava alanından çıktık. Bir taksi çevirdi. Valizleri koyduk. Taksinin parasını da ödedi.
-Hoş geldiniz. Şansınız açık olsun…
Yola koyulduk… İsrael’deki yeni hayatımız başlamıştı.

Ertesi gün Vatandaşlık Dairesine gittik. Esas kimliklerimizi alacağız. Havaalanında aldığımız geçici kimliklerimizi ve Türk pasaportlarımızı verdik. Bana;
-Adın ne diye sordular. İsmin ne olsun istiyorsun?
-Aaron diye bağırmışım. Benim adım Aaron. Hani Moşenin kardeşi Aaron var ya işte öyle. Bakmayın pasaporttaki Erol ismine. Benim adım Aaron. Doğduğumda annem, babam bana Aaron ismini koymuş. Soy ismim de Berkün değil. Benim ailem Baruch. Ben Baruch’um Benim ismimi Aaron Baruch koyun…
Zincirler kırılmıştı. Artık kendimi, Yahudiliğimi gizlemek mecburiyetinde değildim.

Ertesi gün sosyal güvence kuruluşlarından birine gittik. İsrael’de bu kurumlar özel. İstediğine kayıt olabiliyorsun. Birkaç tane var.  Esasında neredeyse hepsi aynı. Primlerini kendi cebinden ödüyorsun.
Neyse, geldik. Biraz bekledik. Sıra bize geldi.
-Ken bevakaşa (Evet, buyurun?)
-Şey, İngilizce konuşabilir miyiz?
-Tabii, buyurun?
-Biz ole hadaşız. Yeni geldik. Kurumunuza kayıt olmak istiyoruz.
-Tabii, teudat zeud? (İsrael Vatandaşlık Belgesi)
Gururla çantamdan karımın ve benim yeni kimliklerimi çıkarttım.
-Buyurun.
Baktı, önündeki bilgisayara bir şeyler yazdı. Yan tarafına döndü. Yazıcıdan bir şeyler aldı. Tekrar döndü. Bize kredi kartı gibi iki tane kart verdi, baktım, üzerlerinde karımın ve benim isimlerimiz yazılıydı.
-Ne bu?
-MACABİ’li oldunuz. Hayırlı olsun. Şansınız açık olsun.
Şaşırmıştım. Ben daha iki gün evvel İsrael’e gelmiştim. İsrael’de hiç çalışmamıştım. Bir kuruş prim ödememiştim. Nasıl oluyordu da hemen sigortalı olmuştum? (Sonraki günlerde ben iki defa, karım da bir defa ciddi ameliyatlar geçirdik. Allah’a şükür sağlığımıza kavuştuk. Bir şekel ödemedik)
Dışarıya çıktık. Gökyüzüne baktım. Pırıl pırıl bir güneş vardı. İçimi ısıtıyordu. Bu nasıl bir ülke diye sordum kendi kendime.  Hayretler içerisindeydim.
Ertesi gün göçmen bürosuna gittik. Bize en yakın ulpan’ın (dil okulu) adresini verdiler. Oraya da ücretsiz kayıt olduk. Yeni bir sınıf açılıyormuş. 2 -3 hafta sonra derslere başlayabilecektik. Göçmen bürosunda “bizimle teması kesmeyin” dediler. “Okul bitince size iş bulalım”
Böyle başladı benim İsrael’deki hayatım.

Ulpan bitmişti. Evdeki hesap çarşıya uymamıştı. Acele bir ev tutmam gerekti. Evdi, eşyaydı, taşınmaktı derken ulpan’a devamsızlığım oldu. İbranice olarak zaten alt yapım da tam sıfırdı. Sizin anlayacağınız hiçbir şey öğrenemedim.  
40 yıldır her gün işe giden adam artık evdeydi.  Sıkıntıdan deli danalara dönmüştüm.  Çalışmalıydım. İhtiyacım da vardı. Derken eski bir arkadaşıma rastladım. “Ne yapıyorsun” diye sordu. Anlattım. “Gel bize takıl, biz karı koca pazarcılık yapıyoruz” dedi. Buluştuk. O gün pazarda onlara yardım ettim. Akşamleyin paydos ettiğimizde çıkardı 300 şekel verdi.
-Bu ne dedim.
-Çalıştın. Al. Hakkındır. Helal olsun dedi.
İsrael’de ilk paramı kazanmıştım. Çocuklar gibi mutlu olmuştum.
(Sevgili pazarcı dostlarım, her yazım gibi bu yazımı da okuyacağınızdan adım gibi eminim. Sizlere çok teşekkür ederim. Hayatımın zor dönemlerinden birinde bana elinizi uzattınız. Maddi ve manevi yardımlarınızı hiç unutmayacağım.)
Sonra dostlarımla birlikte pazarcılık yapmaya başladım. Çarşamba günleri Kiryat Gad adlı, güneyde, Gazze sınırına yakın bir kasabaya pazara gidiyorduk. Sabah saat 4 de kalkıyordum. Saat 05.30 da Rişon’da oluyordum. Dostlarım orada oturuyorlardı. Buluşup beraber pazara, Kiryat Gad’a gidiyorduk. Bütün gün ayakta çalışıyorduk. Akşamleyin aynı yoldan geri geliyordum. Saat ancak 23.00 gibi evde olabiliyordum.  Ama çalışıyordum. Para kazanmaya başlamıştım. Mutluydum. 6 ay kadar pazarcılığa devam ettim. Sonra bıraktım. Bir iki ay boşta kaldıktan sonra bugünkü işimi buldum. Bugün oto yedek parça işinde çalışıyorum. Depodan sorumluyum. Şirketimin bana verdiği arabayı ve telefonu kullanıyorum. Çok şükür evimi geçindirecek kadar bir maaşım var. Baruch HaŞem.

TEMMUZ 2014
Temmuz 2014 de Gazze savaşı başladı. Zor günlerdi. Alarmlar çalıyor, bizler de sığınaklara koşuyorduk. Bizden bir iki ay sonra büyük kızım Aylin de  aliyah yapmıştı. İsrael’de evlenmişti. Şimdi  torunuma hamileydi.
Temmuzun bilmem kaçıydı. İsrael’de güneşli bir gün. Sabah saat 9 civarı.
Naaaa niiii, naaaa niiiii.
Alarm çalıyor. 10 saniyede sığınağa inmemiz lazım. Çalıştığım dükkân zemin katta. Ben birinci kattaki depoda çalışıyorum. Sığınak eksi 2 de...
O yaz, 16 yaşındaki bir çocuğu yanıma verdiler. Patronların bir arkadaşının çocuğu. Bizde çalışıp harçlığını çıkartıyor. İsmi Dor. O sırada Dor depoda yeni gelen malları rafa diziyor. Bağırmaya başlıyorum:
-Dor, hazaka, hazaka, efo ata?  (Dor, alarm, alarm, neredesin?)

O sırada büyük kızım Aylin arabasıyla  evine doğru gidiyor. Alarmı radyodan işitiyor.
Kendisine öğretildiği gibi derhal arabasını sağa çekiyor ve anahtarlarını, çantasını, her şeyini bırakıp koşmaya başlıyor.

Zaman işliyor. 1-2-3...  10 saniyenin üçü gitti. Hızlı koşamıyorum. Dizimden ameliyatlıyım. Canım acıyor... Dor'u buluyorum. Kulaklıkları kulağında. Müzik dinliyor ve hiç bir şey işitmiyor. Kulaklıklarını çekip çıkartıyorum kulaklarından.
-Hazaka, maer... (Alarm, çabuk...)

O esnada  Aylin yolun kenarında sığınacak bir yer aramakta. Yok. Birden  bir çöp konteyneri görüyor ve oraya yöneliyor. 

Ben Dor'la birlikte koşmaya başlıyorum. 4-5-6-7... Deponun  kapısını açıp dışarı fırlıyoruz. Asansörlerin yanına geliyoruz ve merdivenlere yöneliyoruz. Başka koşanlar da var. 8-9-10-11...Zaman bittiiii!

Aylin çöp konteynerinin yanına varıp derhal çöpün yanına yere uzanıyor ve cenin pozisyonu alıyor. Ellerini karnın üstüne kavuşturuyor. Bebeğini  koruması lazım.

Bizim eksi 2 ye kadar inmemize vakit yok. Merdivenlerin dibine kıvrılıyoruz. 12-13-14-15... ve birden...
-Bummmmmm !!!    Şema İsrael...(Tekbir)
Sessizlik. Bir-iki saniye sonra tekrar
-Bummmmmm!!!
İsrail savunma sistemi (Demir kubbe- Kipat barzel)  tam üstümüze gelen roketleri havada avlıyor ve patlatıyor. Birden çok büyük bir  patlama daha oluyor, bina sarsılıyor...
-BOOOMMMMMMM!!!!!
Daha fena siniyoruz duvarın dibine. Tekrar sessizlik.  Bekliyoruz. Sesler kesildi. Baruh HaŞem...(Çok şükür) Yavaş yavaş doğruluyoruz.


Binadan dışarı çıkıyoruz. Gökyüzünde tam tepemizde patlamanın izleri var,  yer yer beyaz ve bir-iki tane de siyah bulut kümesi.
Dor'un telefonu çalıyor. Annesi...
-İyiyim anne, bir şey  yok. Akşama ne yemek var?                                                                             
 Ben kızımı arıyorum:
-Aylin?
-Her şey yolunda baba, korkma...
-Kardeşin?
-Annemle beraber, konuştum. Problem yok...
Çok şükür...
-Dikkatli ol kızım...
Sonradan öğreniyorum. Patlatılan roketlerin birinin parçası Aylin’in arabasının 1 metre yanına düşmüş.
Ada vapurunda gazeteden   "bu gün Gazze'den İsrail'e roket atıldı"   diye okumak başka,  alarm çaldığında  sığınağa koşmak başka. Bunu yaşayanlar bilir... Bunu anlatmak istedim.

Max’ı tanır mısınız?  Max bir yalnız askerdi. İsrael’de ailesi yurt dışında olup gönüllü askerlik yapmaya gelen bu yiğitlere yalnız asker denir. Max Maccabi tel Aviv basket takımının fanatiğiydi. Takımı Avrupa şampiyonu olduğunda çılgınca sevinmişti. Deplasmanlar da takımı ile birlikte gidiyordu. Bütün takım onu tanıyordu.
Max Gazze’de,  tankının içinde yanarak öldü. 20 yaşındaydı.
Ailesi cenaze için derhal geldiler. Cenaze için fazla bir hazırlık yapılmamıştı. Çocuk zaten Amerikalı idi. Burada çok fazla bir çevresi yoktu.
Fakat haber Maccabi Tel Aviv’e ulaştı. Sosyal medyada çılgın bir trafik başladı. Halk cenazenin yapılacağı Hayfa’ya akın akın akmaya başladı. Trafik tıkandı. 30 bin kişi son yolculuğunda Max’a eşlik etti.

Hadi desenize Max’a da “daha dün geldin, ne zaman patriyot oldun da gönüllü askere gittin?” Max’ın annesine sorsanıza, senin oğlun niye patriyottu diye. Söylese de anlamazsınız ki…

Bu vatan için ben ne yaptım? Hiç. Ne yapabilirdim ki?  Askere gideyim desem almazlar.  Sevgili eşimle, iki çocuğumla iki torunumla buradayım. Hepimiz İsrael’li olduk. İsrael’in Yahudi nüfusunu 6 kişi arttırdık. Soyumuzun sonraki nesillerinin önünü açtık. Çalışıyorum. Katma değer üretiyorum. Vergi veriyorum. Başka verecek bir tek kanım var. 0 gurubu Rh +. Söyleyin nereye istiyorsanız gideyim, vereyim. Elimden başka bir şey gelmiyor.
Bu topraklara sadece 5 sene gibi kısa bir zaman evvel gelmiş olmam,
bana yurt veren,
bana sosyal güvence veren,
bana kimlik veren,
bana emeklilik veren,
kendi ismimle bana, hür,  medeni bir yaşam sunan bu memleketi sevmeme mani mi?
Ben bu topraklarda hayatımda olmadığım kadar mutlu oldum.
Hatikvayı işitince ağlıyorum. Çünkü 3 bin yıllık Yahudi genlerim var.
Ölünce bu kumlara gömülmek istiyorum.
Misafir sayıldığım emanet topraklarda kalmasın kemiklerim.

İsrael’liyim, patriyotum, vatanseverim, ne olmuş yani, olamaz mıyım? İtirazı olan mı var?

Sevgiyle kalın, hoşça kalın sevgili kardeşlerim, yeğenlerim ve dostlarım…

Aaron Baruch  (Ankaralı)